Bizim köy harika bir yer. Kocaman dağları, upuzun ağaçları, şırıl şırıl akan dereleri var. Bütün köyler gibi işte. Tertemiz havasını solumak için bile gidilir bizim köye.
Ama beni çeken sadece bunlar değil. Köyde bir sürü hayvan çeşidi var. Koyun, keçi, köpek, kedi, köstebek, tilki, ördek, hindi... Bunlar şimdi aklıma gelenler. Ama unutmadan, benim en çok sevdiklerim sapsarı civcivler... Annelerinden gizli bir köşede yakaladınız mı sevmeye doyum olmaz onları. Yumuşacık kısa tüylerini okşarken bir pamuğa dokunduğunuzu düşünürsünüz.
Ben de bütün çocuklar gibi onları çok severim. Ama bazen bu durumu abarttığımı da kabul ediyorum. Hele yanımda kardeşim de varsa...
Geçenlerde sonuç oldukça pahalıya patladı mesela. Evet, onlarla oynamak çok zevkli ama her şeyi tadında bırakmak en güzeli. Tabii bunu şimdi kabul etmemin bir anlamı var mı bilmiyorum.
Gelelim neler olduğuna. Her sabah olduğu gibi o sabah da erkenden kalkıp kümesin yanına vardım. Babaannem tavukları henüz çıkarmıştı dışarı. Koşarak tavuklardan birinin civcivini kaptım hemen. Nazikçe aldım avucuma. Biraz okşadım. Sonra değişik bir oyun geldi aklıma. Az ilerde kömürlükten odun-kömür taşırken kullandığımız el arabasına ilişti gözüm. Hemen yanıma getirip civcivi koydum içine. Rrrııınn! Gazlayıp sürmeye başladım onu. Heyyoooo! Bu çok keyifli bir işti. Ama babaannem keyfime limon sıkmasa daha iyi olurdu bence. Ben tam gaz ilerlerken o "Heeyyy! Mustafaaaa! Ne yapıyorsun? Getir çabuk civciviiii!" diye bağırıyordu.
Babaannem sakin durur ama kızınca adamı fena yapar. Hemen durdum. Bir dahaki sefere buluşmak üzere el arabasını ve civcivi aldığım yere bıraktım.
Biraz etrafa bakarak geçirdim zamanımı. Ama yok. O sapsarı civciv aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Ne yapsam ne etsem, diye düşünürken baktım ki babaannem koyunları önüne katıp dağın eteklerine doğru yola çıkmış bile. Eh, ben de çalışmalarıma devam edebilirim o zaman, diye düşündüm ve kümese koştum. Hemen bir civciv bulup aldım avuçlarıma. O sırada kardeşim koştu yanıma. Çeşmeden geliyormuş. Babaannem bulaşıkları yıkatmış ona. Üstü başı ıpıslak. Koşarak yanıma geldi:
- Abiii, baksana, o civcivi de yıkayalım mı? Bak tüyleri pis olmuş.
Şaşırmıştım. Önce kızarak baktım ona. Sonra benim de gözlerim parladı. Değişik fikirlere her zaman açık olmuşumdur.
- Hadi yıkayalım, dedim. Madem istedin...
Çeşmeye koştuk. İncitmeden suyun altına tuttuk civcivimizi. Su aktıkça o ürperiyor; başını, kanatlarını içine çekiyor bir an evvel kurtulmak istiyordu. Tüyleri diken diken olmuştu. Bizse banyosunu tamamen yapmadan gitmesini istemiyorduk. Nasılsa kardeşim havlusunu bile hazırlamıştı. Biraz beklese ne vardı.
Bütün çabalarına rağmen banyosunu yaptırdık. Sonra bir güzel kuruladık onu. Ama diken diken olan tüyleri hâlâ yatmamıştı. Sürekli titriyordu. Ne olduğunu anlamamıştık. Ne yapacağımızı da bilmiyorduk. Az sonra koşa koşa gidip geldi kardeşim. Elinde bir avuç bulgur vardı.
- Abi, bak ona yemek getirdim. Hadi yedirelim.
Çabucak bir yaprağın üstüne yaydık bulguru. Küçük bakır bir kâseyle de su getirdi kardeşim. Ama o hâlâ titriyordu. Biz ısrar edip başını bulgur tanelerine doğru eğdikçe o elimizden kurtulmak ister gibi çırpınıyordu. Haksız da sayılmazdı.
Neyse... Bilmiyorum ne kadar zaman geçti. O bir köşede sürekli titriyorken biz oyuna dalmıştık. Bir ara gözüm ona takıldı. Ne yapıyordu acaba? Uzaktaydık. Görsem de ne olduğunu anlayamıyordum. Yanına geldim. Gözlerime inanamadım. Bir çığlık kopardım. Yazık... Ölmüştü. Kardeşim fark etti. Koştu geldi. Bir de onunla uğraşacaktım şimdi. Ağlamaya başladı. Aslında ben de ağlamayı düşünüyordum. Kalbimde bir yara açılmıştı sanki. Ben büyüktüm. İzin vermemeliydim, diye düşündüm. Ama o artık yoktu.
Kardeşim sürekli ağlasa da ben tuttum kendimi. Üzerime düşeni yapmalıydım. Mezar yapıp gömdük onu. Cenazesini yıkamaya gerek yoktu. Tüyleri tertemizdi zaten... |