| Resimleyen: Sümeyra Solmaz |
21 Aralık 2001 tarihinde Dünyada bazı tuhaf şeyler oldu. Güneş erkenden karardı. Gece de uzadı uzadı. Bir türlü sabah olmadı. Sonra bir de Televizyon Çocuğu doğdu. Saat 19.00'da. Yani tam da akşam haberleri saatinde. Şimdiye kadar bir kerecik bile haberleri seyretmeden uyumamış olan babası da, hastanede haberleri seyretti. Ve ondan sonra bebeği görmeye gitti.
Televizyon Çocuğu'nun annesi, başka insanların parasını saklar, babası da başka insanların parasını kullanırdı. Yani, anne bankacıydı. Baba da borsacı.
Aile uzun zamandır bu çocuğu bekliyordu. Onun için bayağı bir para biriktirmişlerdi. Bu paralarla çocuğa lazım olacağını düşündükleri bir dolu şey aldılar. İpek zıbınlar, saten yatak örtüleri, ayıcık resimleri, balonlar, tüylü yumuşak eşyalar...
Eve gelince de bebeği ne yapacaklarını bilemediler; sürprizli bir hediye paketi gibi kurdelelerle fiyonklarla sarıp sarmalayıp, göz alıcı bebek yatağına yatırdılar.
Sonra bir sürü insan geldi. Çocuğa baktı. Göz kırptı. Komiklikler yaptı. Bazısı yastığına para iliştirdi, bazısı da altın. Anneyle babayı tebrik ettiler. Onlar da gururla gülümsediler. Bu tören günlerce sürdü. İnsanlar geldi. Bebeğe bakıp gittiler. Geldiler. Bakıp gittiler.
Günler geçti, haftalar geçti sonra da birkaç ay geçti. Anne daha izni olmasına rağmen "Artık dayanamıyorum! Nefes alamıyorum burada!" diye bağırdı bir sabah. Ve ağlamaya başladı. Bayağı da ağladı. Bebek bile buna şaşırdı.
Ertesi gün eve yabancı bir kadın geldi. Anne işte, ancak o zaman gülümsedi ve bebeğe dönüp "Sana bundan sonra bu teyze bakacak." dedi. Ardından kadına kocaman bir kâğıdı uzatıp, erkenden dışarı çıkıverdi.
O kocaman kâğıtta yapılması gereken işler, alınacaklar ve asla yapılmayacaklar yazıyordu. Anne bütün günü dakika dakika planlamıştı. Mesela saat 10.23'de bebeğin uyuyor olması gerekiyordu. Saat 14.47'de de yemeğini yemesi. Dışarı çıkmak ise kesinlikle yapılmaması gerekenler arasındaydı. Eve misafir kabul etmek de öyle.
Teyze listedekilerin hepsini birer birer yerine getirdi. Bebeğin mamasını verdi. Gazını çıkardı. Uyuttu. Yine bebeğin mamasını verdi. Gazını çıkardı. Ve uyuttu. Sonra mamasını verdi, gazını çıkardı ve uyuttu.
Yine saatler, günler, haftalar, aylar geçti. Bebek biraz büyüdü. Ve bir gün teyzenin kucağında iken odanın en geniş duvarının önündeki rengârenk kutuyu fark etti.
Kutudan etrafa ışıklar, yuvarlaklar ve daha başka bir sürü parlak şey saçılıyordu. Bebek büyülenmiş gibiydi. Bir türlü kutudan gözlerini alamıyordu. Teyze salondan çıkınca da bastı yaygarayı. Ne yaptıysa olmadı, susturamadı kadıncağız bebeği. Sussun diye evde dolanmaya başladı. Koridorda gezdirdi. Mutfağa, odalara girip çıktı. Yeniden salona dönünce de sesini kesiverdi bebek.
Neyse ki teyze durumu çabucak anlayıverdi. Bebeği susturmanın tek yolunun televizyon olduğunu fark etti. Böylece bebeğin karnını televizyonun karşısında doyurdu. Bebeğin gazını televizyonun karşısında çıkardı. Ve bebeği televizyonun karşısında uyuttu.
Sonra yıllar yılları kovaladı. Annenin sakladığı paralar arttı. Babanın da kullandığı paralar. Bebek ise televizyonun karşısında büyüdü. O yüzden de adı unutuldu. Sadece Televizyon Çocuğu dediler ona. Çocuk bütün gününü televizyonun karşısında geçirdiği için hiç arkadaşı olmadı. Hiç oyun oynamadı. Hayatında tek bir şey vardı: Televizyon.
Yağmurlu bir gün, ikindi vaktinde, Televizyon Çocuğu elinde kumanda bir oraya bir buraya zaplayıp dururken akıl almaz bir olay oldu. Yıldırımlardan biri, çocuğun evindeki antene isabet etti. Cızır cızır diye bir sesler duyuldu. Fakat çocuk hiç bir şeyin farkında değildi. Her zamanki gibi elinde kumanda o kanaldan bu kanala geçip duruyordu. Derken cızır cızır seslerinin şiddeti daha da arttı. Sonunda çocuk da durumun farkına vardı. Ancak etrafı dinlerken bir yandan da hâlâ kumandaya basmaya devam ediyordu. Tam o sırada pofffff diye bir ses duyuldu. Ve aniden çocuk ortadan kayboluverdi. Geride sadece kumanda kaldı. Böylece saatler geçti. Teyze, çocuğun yokluğunu ancak saat 18.05'te fark etti. Yani akşam yemeği için masayı hazırlarken...
Oraya buraya koşuşturdu. Mümkün olmayacağını bildiği halde, dışarıda oynayan çocuklara baktı. Hatta bahçeye kadar indi. Çocuğun ismini seslendi. Bağırdı çağırdı. Güvercinlerle serçeler şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. Kargaların da komiğine gitti kadının hali.
Herhalde, şimdiye kadar çocuğun ismi ilk defa bu kadar çok söylendi. Teyze kötü haberi vermek için anneyle babayı aradı. Fakat ikisi de telefonunu açmadı. Çünkü her zamanki gibi çok çok çok işleri vardı.
Anneyle baba yorgun argın bir halde gece vakti eve geldiler. Teyzeyi salonda televizyonun tam karşısında çocuğun her zaman oturduğu koltukta buldular. Saçı başı dağınıktı. Ve gözleri de şişmişti. Güçlükle olan biteni anlatabildi.
Bu sefer anne ile baba da telaşlı bir halde aramaya başladılar. Komşular, akrabalar, parklar, hastaneler arandı. Televizyon çocuğu oralarda yoktu. Pastanelere, lunaparklara, sinemalara, kütüphanelere de bakıldı. Televizyon Çocuğu oralarda da yoktu.
Büyükler günlerce düşünüp taşındılar. Fakat bir şey bulamadılar. Sonra çok zeki olduğunu iddia eden bir büyük, "Televizyona çıkmalısınız." dedi anneyle babaya.
Anneyle baba, ağlaya ağlaya konuşan bir sunucunun programına katıldılar. Onlar da on üç dakika otuz beş saniye kadar ağlayıp konuştular. Çünkü programda ancak bu kadarlık bir yer bulabilmişlerdi kendilerine. Sırada daha ağlayacak ve ağlatacak başka insanlar da vardı.
Herkes çok ümitliydi. "Televizyon bulur." diyorlardı kendi kendilerine. Ama bulamadı. Böylece üç ay onüç gün ve sekiz saat geçti. Ve televizyon çocuğunun evinin zili hafifçe çalıverdi. Kapıdaki kişi teyzeye "Onun nerede olduğunu biliyorum." dedi. Kızıl saçlı, yüzü çillerle kaplı bir çocuktu bu. Adı da Cemile idi.
Cemile çabucak planını anlattı. Anneyle baba pek beğenmeseler de, yine de kabul ettiler her şeyi. Çünkü çocuklarını o kadar çok özlemişlerdi ki; işlerini güçlerini bırakmışlar, günlerini çocuklarının fotoğraflarına bakarak geçiriyorlardı. Pişmanlık ikisini de kötü yapmıştı.
İşte bu yüzden, hemen kolları sıvadılar. Cemile'nin dediği gibi, önce Belediye Başkanı'nın evine gittiler. Belediye Başkanı, "Ama nasıl olur! Nasıl yapabiliriz böyle bir şeyi. İmkânsız bu!" dedi. Paniklemiş ve korkmuş bir hâli vardı. "İnsanlardan bunu nasıl isteyebiliriz?" diye söylenip durdu. Fakat Cemile öyle hemen pes edecek çocuklardan değildi. Yeniden tatlı tatlı konuşmaya başladı. Günlerdir hazırladığı kâğıtları, çizimleri gösterdi. Sonra da kocaman gülümsedi. Neyse sonunda Belediye Başkanı da ikna oldu.
Çocuğun planı şuydu: Televizyon Çocuğu, doğduğundan beri televizyonun karşısından kalkmamıştı. Kaybolmadan önce de en son yine televizyonun karşısında görülmüştü. Demek ki televizyonla ilgili bir yerdeydi. Daha doğrusu televizyonun içindeydi. O akşam yıldırımlar çaktığında garip bir manyetik alan oluşmuş, bu alan sonra bir girdap meydana getirmiş, televizyonun kumandası da bu girdaba açılan bir kapıyı açıvermişti. Çocuk bu kapıdan girmiş, şimdi programlar arasında dolaşıp duruyor ve belki de evini arıyordu. İşte şimdi yapılacak tek bir şey vardı: Şehirdeki herkes televizyonunu kapatmalıydı.
Fakat bu şehirdeki insanlar, seyretmeseler bile sabahtan akşama kadar televizyonlarını açık tutarlardı. Çok acayip, çok komik bir durum ama bu insanlar böyleydi.
Belediye Başkanı uzun bir konuşmayla konuyu halka anlattı. Herkes karşı çıktı bu duruma. Sonra, her şeyi başlatan kişi yani Cemile çıktı kürsüye. "Çocukları mı yoksa televizyonu mu daha çok seviyorsunuz?" dedi. Kalabalığa buna benzer pek çok soru sordu. O kadar akıllıca, o kadar güzel konuştu ki, insanlar elleri kızarana kadar alkışladılar çocuğu.
Bir perşembe günü bütün şehir aynı anda kapatıverdi televizyonlarını. Şimdiye kadar hiç olmadığı kadar sessizleşti sokaklar. O kadar sessizleşti ki serçelerin hatta kelebeklerin bile kanat sesleri duyulmaya başlandı.
Şehir halkı nefesini tutmuş, olacakları bekliyordu. Böylece beş dakika geçti. On dakika geçti. Sonra yirmi beş dakika daha geçti. Artık insanlar bayağı sıkılmışlardı. Çocuklar halka olup oturdular. Bazısı kulaktan kulağa oynadı, bazısı da isim şehir. Bazıları da dışarı çıkıp saklambaç oynamaya başladılar. İlginç bir şekilde, büyüklerin de aklına nedense hep eski güzel günler geldi. İsimleri, yüzleri, komik günlerini hatırladılar. Her evde hoş sohbetler edilmeye başlandı.
Derken elli üçüncü dakikada altı çocuklu bir berberin evindeki siyah beyaz televizyondan başını çıkarıverdi Televizyon Çocuğu. Aile sevinçle sofraya davet etti çocuğu. Beraberce kuru fasuyle, pilav ve cacık yediler. Televizyon Çocuğu, neşeyle "Bunları çok özlemiştim. Her gün reklamlardaki ıvır zıvırları yemekten bıkmıştım doğrusu. İşte şimdi gerçekten de karnım doydu." dedi.
Televizyon Çocuğu'nun yeniden ortaya çıkışı şehirde bayram günü olarak kabul edildi. Sokaklarda kocaman sofralar kuruldu. Çeşmelerden ayran, gazoz ve çikolatalı sütler aktı. Gökten içinde sakız ve akide şekerleri olan havai fişekler atıldı.
Televizyon Çocuğu'nun annesi ile babası başka işler buldular kendilerine. Anne sonradan çalışmayı tamamen bıraktı, evine döndü. Daha sonra eve bir bebek daha geldi.
Mutluluğa giden yolu açan, her şeyi ilk düşünen o küçük çocuğu da kimse unutmadı. Hatta Cemile'yi her zaman hatırlamak istedikleri için şehrin en büyük meydanına bu akıllı çocuğun adı verildi. Şimdi o şehre gelen her yabancıya önce Cemile Meydanı'nda uzun bir gezinti yaptırılır, sonra da yavaş yavaş Televizyon Çocuğu'nun hikâyesi anlatılmaya başlanır. |