| Resimleyen: Dilek Gülcemal |
Ormanın en dibindeki küçük fırından hiç kimsenin haberi yoktu. Ne tilkinin ne kurdun ne de ayının... Ama bir gün gelecek ve üçü de ormanın dibinde küçük bir fırının olduğunu öğrenecekti.
İşte o günden sadece bir gün önceydi. Küçük fırında her şey yolundaydı. Çörekler bir tarafta mis gibi kokular saçarak sohbet ediyor, yeni pişen ekmekler "Acaba bu gün kimin sofrasında olacağız?" diye merakla bekleşiyordu. Bir kenarda sakince oturan simitlerse dizildikleri uzun, tahtadan çubuğu bir o yana bir bu yana koşarak kaydırak niyetine kullanıyorlardı. Burası küçük bir köye simit, ekmek ve çörek pişirmekte kullanılan şirin mi şirin bir fırındı.
Ama bu karışıklığın arasında pek de fark edilmeyen küçük çörek hiç de böyle düşünmüyordu. Fırının penceresinin önünde bir başına oturuyor, sıkıntılı olduğu her halinden belli oluyordu. Başından çıkan sımsıcak buhar, yeni piştiğinden değil, oflayıp puflamasındandı maalesef. Bu ne sıkıcı yerdi böyle! Aksi gibi, çok sevdiği arkadaşı yaramaz ev ekmeği de onu tek edip gitmişti. Halbuki pişeli çok olmamıştı. Ama insanlar onu sıcacık seviyordu ve onun elinden gelen bir şey yoktu.
Can sıkıntısından yapacak bir şey bulamayınca annesinin yanında aldı soluğu. Bir çırpıda buradan sıkıldığını, ne yapıp edip gideceğini, zaten dışarısını çok merak ettiğini anlattı. Annesi elbette kızdı bu sözlere. Onun bir çörek olduğunu, birisi buradan onu almadan asla dışarı çıkamayacağını, çıksa bile dışarısının tehlikelerle dolu olduğunu, orman denen yerin bir çörek için hiç güvenli olmadığını, her an birinin karşısına çıkıp onu ısırabileceğini, bunun da çok feci bir şey olduğunu... Hepsini uzun uzun anlattı küçük çöreğe. Ama kararlı çörekler bir başka olur, bilirsiniz. Akıllarına koyduklarını yaparlar muhakkak.
Küçük çörek de öyle yaptı. Bir kasaya dizilen taze simitlerin arasından sıvışıp, kendini dışarı atıverdi. Yuvarlana yuvarlana ta ormana kadar geldi. Bu tuhaf yere gelince korkmadı da değil. Ama zamanla alıştı. Fırının sıcak ve boğucu havasından kurtulduğuna kendince çok sevindi ve saf saf güldü.
Ormanda karşılaştığı ilk canlı bir tilkiydi. Tilki açtı ve onun ne kadar kıymetli bir şey olduğunu gayet iyi biliyordu. Tam yemek için çöreğe doğru eğilmişti ki niyetini anladı bizim yaramaz çörek. Ve tuhaf bir şarkıya başladı:
Ben yuvarlak bir çö-re-ğiiim Fırından kaçtım Senden de kaçamaz mı-yııım?
Tilki şaşırdı, son sürat peşinden koştu ama boşuna. Çörek bir yuvarlanışta da ormanın öteki ucuna attı kendini. Pişkin pişkin gülmeyi de ihmal etmedi tilkiye.
Ama koca ormanda sadece tilki yoktu ya. Biraz daha yürüdü. Korkmadığına kendini inandırmaya çalışıyordu ama fena korkmuştu tilkiden. Yine de "yok canım" dedi içinden. "Neden korkacakmışım ki? Cesur bir çöreğim ben." Az sonra bir kurda rastlamasa buna biz de inanabilirdik. Ama kurdun yolunu kesmesiyle yüreği ağzına gelmişti. Yine de belli etmemeye çalıştı. Rolünü de iyi yapıyordu hani. Isırmak için ağzını açan kurda aynı şarkıyı söyledi yine:
Ben yuvarlak bir çö-re-ğiiim Fırından kaçtım, tilkiden kaçtım Senden de kaçamaz mı-yııım?
Artık öğrenmişti kaçmayı. Yuvarlanıp gitti çok uzaklara. Kurt şaşkınlıktan ağzını kapatmayı bile unutmuştu. Çöreğin kahkahalarını da çok sonra duyabildi.
Bu böyle devam edemezdi. Küçük çörek yorulmuştu iyice. Evet; güçlü, kuvvetli, akıllı bir çörekti ama bu yorulmayacağı anlamına gelmezdi. İçine bir korku düştü yine. Ve korkunç bir şey daha oldu. Korkmadığına kendisini bile inandıramadan kocaman bir ayı oturdu yoluna. Galiba yolun sonu burasıydı. Ama bir kez daha şansını denemekten ne çıkardı? Ve sesinin titremesine aldırmadan yine o bildik şarkısına başladı:
Ben yuvarlak bir çö-re-ğiiim Fırından kaçtım, tilkiden kaçtım, kurttan kaçtım Senden de kaçamaz mı-yııım?
Maalesef bu kez çabuk davranamamıştı. Tam son mısrayı söylerken ayının kocaman pençeleri arasında buldu kendini. Yapacak bir şeyi yoktu galiba. Nasıl olmuştu da yuvarlanıp kurtulamamıştı şu kocaman yaratığın elinden? O böyle düşünürken tombul mu tombul olan ayı "hart" diye ısırıverdi onu. Aynı anda büyük bir çığlık koptu çöreğin dilinden. İşte korkunç sona gelmişti. Ölüyordu galiba. Ne olacaktı şimdi?
"Ah keşke..." diyordu içinden. Tam bu sırada annesini hatırladı, nasıl da özlemişti onu. Bir anda hamle yaptı. Nasıl oldu bilinmez, kurtuldu ayının sipsivri dişlerinin arasından. Gerisi kolaydı. Tüm gücüyle yuvarlandı, yuvarlandı, yuvarlandı. Nefes nefese kalıp durduğunda ayı da orman da geride kalmıştı. Ne yapacaktı şimdi? Bir hayvanla daha karşılaşmaya gücü yoktu. Şu meşhur şarkısını çoktan unutuvermişti. Fırına dönmekten başka çaresi kalmamıştı. Ne derlerse desinler oraya gidecek ve artık orada yaşayacaktı. Buna kesin kararlıydı.
Neyse ki fırını bulması zor olmadı. Geldiğine en çok annesi sevindi. Sonra da arkadaşları... Allah'tan ki onlardan başka kimsenin haberi olmamıştı da kötü söz işitmedi kimseden. Kötü söz işitmedi ama ömrünün sonuna kadar üzerindeki diş izleriyle yaşamak zorunda kaldı.
Tilki, kurt ve ayıya gelince... Dedik ya, onlar sadece ormanın en dibinde küçük bir fırının olduğunu öğrendiler, o kadar. |