Dünya üzerindeki her şeyin bir rengi var. Pencereden dışarıya bakanlara göz kamaştırıcı bir mavilikle gülümseyen, dünyamızın tavanı gökyüzünün... Sabah kahvaltımızda soframıza konuveren, bize hayat verecek enerjiyi içinde tutan vitaminli bir domatesin... Işıl ışıl rüyalara koşmaya hazırlanıyorken, bize ninniler uçuran anneciğimizin dünyalara değişilmeyecek gözlerinin... Ve senin güzelim saçının, ellerinin ve yüreğinin pırıl pırıl renklerine bir bak. Hepsinin ama hepsinin Allah tarafından bahşedilmiş bir rengi var.
Ama bütün bu renkler içinde bir renk vardı ki onu yüreğinde taşıyan kimse, nerede olursa olsun ve hangi zorlukla karşılaşırsa karşılaşsın hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmaz, dünyalar güzeli yüzünü kimselere karşı asmazdı. Bu renk insanların içini öylesine doldururdu ki, sadece içinde bulunduğu kişiyi ısıtmakla kalmaz onun gözlerinden ve kalbinden taşıp dokunduğu tüm insanları da ısısına ve ışıltısına ortak ederdi. Bu güzellikteki bir rengin acaba hangisi olduğunu merak ettin, değil mi? Birbirinden güzel öyle çok renk var ki... Elbette ötekiler de istemişlerdi ama içlerinden bir tanesi bu görevi üstlendi. Evet, pembeden söz ediyoruz.
Ne tablolar boyayan bir ressamın fırçasından döküldü pembe, ne de ısırdığı pamukşekeri burnuna yapışan çocuğun ellerinden... Dünyalar güzeli pembe, yemyeşil ormanların, cıvıl cıvıl kuşların ve morumsu dağların arasındaki bir adada, derme çatma bir kulübenin içinde mışıl mışıl uyuyan bir çocuğun rüyalarından döküldü yeryüzüne. Aralı pencereden sızdı ilkin ve birkaç metre uçtuktan sonra kıyıya vuran dalgalara ışıltısını bırakıverdi. Dalgalara değen martıların gagalarına bulaştı sonra. Yüzeye tırmanan balıkların kuyruklarına ve ılık bir esintiyle beliriveren ikindi rüzgarının saçlarına değdi en son. Ne olduysa işte o anda oldu. Bütün bir adayı kaplayan rüzgâr, dokunduğu her yere pembelikler serpiştirmeye başladı. Lacivert gecenin sevimli yıldızları adaya doğru gülümsemeye hazırlanırken, masmavi bir sabaha uyanacak insanların yüreklerini pembelikler yıkamaya başlamıştı. Deminki kulübenin içinden agucuklarla dolu bir şarkı yükseliyordu. Ama bunu sadece kuşlar duydu.
Ertesi gün tarifsiz bir sevinçle uyandı insanlar. İçlerinde duydukları huzur ve sevinç öylesine büyüktü ki, birbirlerine bakan herkes, diğerinin gözlerinde adeta kendi mutluluğunu görüyordu. Aldıkları nefeslerle şükürler ettiler üzerlerine saçılmış pembelikler için. Çalışıp çabalamanın, gayretin ve alınterinin eşliğinde yaşama sevinciyle sarıp sarmalandılar. Sevgilerini birbirlerine sunup en güzel hediye olan gülücüklerle bütün bir adayı, güneşi ve kuşları selamladılar. O günden sonra pembelikler adası oldu orası. Mutluluğu dillere destan, rengi masalları kıskandıran bir ada...
Pembenin en büyük düşmanı ise griydi. Bulduğu ilk fırsatta ortaya çıkabilir, bütün pembelikleri bir anda örtebilecek rengini kapısı aralı her eve bırakabilirdi. Günler sonra pembe adaya bir gemi yanaştı. Gemiden inen insanlar, peşisıra grilikler de getirmişlerdi. Sönmüş gözlerde ve ışıltısız kalplerin çekmecelerinde kendine yer bulmuştu grilikler. Dışarıdaki dünyayı görüp gelmiş insanlarda garip bir hal vardı. Adadaki kimse buna bir anlam veremedi. Kimsenin bu insanlarla beraber gelen tehlikeden haberi yoktu.
Gemiden inen insanlar dışarıda savaşlar, bombalanan şehirler ve gözyaşları görmüşlerdi. Açlık ve çaresizlik içinde çırpınan insanlar görmüşlerdi. Yüreklerinde merhamet izini yitirmiş insanların ve kötülüğün yaşadığı yerlerden geçmişler, birbirlerine sevgi yerine nefret sunan insanların sokaklarına uğramışlardı. Geçtikleri yerlerden öyle grilikler devşirdiler ki, bunlar bütün bir dünyaya dağılsa tüm yüreklerin umutlarını söndürebilir, pembeliklerin sonunu getirebilirdi.
Evet, umutsuzluğun rengiydi gri. Geleceğe umutla bakan gözlerden geçemezdi. Yaşama sevincini yüreklerinde taşıyan insanların yanına asla uğrayamazdı. Ancak adaya gelen insanlar gördükleri grilikleri öyle çok anlattılar, hayattaki olumsuzluklardan ve kötülüklerden öyle uzun süre söz ettiler ki, zaman sonra bu gerçek değişmeye ve adada yaşayanların pembe rüyaları bir anda sönmeye başladı. Gri, pembeyi yeniyor muydu acaba?
Önce deniz grileşmeye başladı. Sonra gökyüzü ve güneş, derken ağaçlar ve dağlar... Hatta gökkuşağı bile renklerini yitirivermişti. Evler ve bütün insanlar da grilikten nasibini aldılar. Gri, tam insanların yüreklerine de ulaşmaya başlamıştı ki birden deniz kıyısındaki kulübenin kapısı gıcırdadı. Hayret! Doğrusu adadaki tek gri olmayan şey bu kulübeydi sanki. Kulübenin içinden bir gölge çıktı ve kumlar üstüne pembe adımlar bırakarak adanın içine doğru ilerlemeye başladı.
Gölge hem emekliyor, hem de elindeki fırçayla tekrar adaya pembelikler saçıyordu. Üstelik bu kez adaya griler getiren insanlar da fırça darbeleriyle renklenmeye başladılar. Grilikler insanların yüreklerine ulaşamadan tekrar umudun rengi pembe, adaya hakim olmuştu işte. Kuşlar sevinçle cıvıldaştılar.
* * *
Adaya uğrayan bir sonraki gemi, yüreği pembe insanlarla dolup taşarak, gri ülkelere doğru yolculuğa çıktı tekrar. Ama bu kez içinde davetsiz bir misafir taşıyordu. Pembe fırçasına sarılmış bir bebek, valizlerin arasında mışıl mışıl uyuyordu. |